Fatih Buğra Sarper Kişisel Blog

Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!
Veritas Odit Moras

1. Giriş
Önceki makalelerimizde belirttiğimiz üzere modern evrim teorisine göre canlı organizmanın DNA’sında rastgele mutasyonlar meydana gelir. Mutasyonlar neticesinde hasıl olan değişimler canlının hayatta kalabilmesine avantaj sağlıyorsa bu değişimler doğal seleksiyon yoluyla gelecek nesillere aktarılır. Uzun zaman süreçlerinin geçmesiyle genlerde biriken mutasyonlar, canlı türünün zamanla evrimleşmesine neden olur. Bu anlayışın üzerine bina edilen evrim teorisini biraz irdelersek teistik evrimcilerin din ile bilimi sentezlediklerini zannederek ifade ettikleri “Allah, canlıları yaratmada evrimsel mekanizmaları kullanmış ve canlıların türleşme sürecini, tabiat kanunları çerçevesinde cereyan eden rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmasına bırakmıştır.” önermesinin birçok sorunu içerdiği gerçeği ile karşılaşırız. Deney ve gözlem noktasında yeterli delil sunamaması ve felsefi birçok çıkmazı barındırması gerekçesiyle günden güne güç kaybeden evrim teorisi, teistik evrim anlayışı ile Allah’a inanan bir kısım insanlarca biraz destek bulsa da bilimsel araştırmalar bu ittifakın çok da uzun süreli olamayacağının işaretlerini bizlere veriyor. Bu yazıda, genlerde meydana gelen rastgele mutasyonların canlıların hayatta kalmasına avantaj sağlayacak faydalı değişimleri netice veremeyeceği ve faydalı değişimler için gereken yeni genetik bilgilerin oluşma sürecinde ortaya çıkan “bilginin kaynağı problemi” meselesi ele alınacaktır.

2. Kambriyen Patlaması ve Evrim Teorisine Genel Bir Bakış
Fosil kayıtları incelendiğinde evrim teorisinin türlerin aşama aşama değişimlerle zamanla evrimleştiği ve dolayısıyla birbirleriyle ilişkili olduğu iddiasının aksine türlerin birbirinden bağımsız, ani değişimlerle varlık sahasına çıktığına ve keskin hatlarla birbirlerinden ayrıldığına şahit oluruz. Bu durumu “Kambriyen Patlaması” olarak adlandırdığımız hadisede açıkça görürüz. Yaklaşık 530 milyon yıl öncesine dayanan bu dönemde birbirinden karmaşık yapılara sahip çok sayıda canlı türünün izleri mevcuttur. Yine Kambriyen Dönemi’nden farklı olarak diğer dönemler incelendiğinde de ilk kanatlı böceklerden kuşlara, bitki türlerinden tutun memeli ve diğer hayvan gruplarına kadar önceki türlerden bağımsız birçok hayvan türüne ait fosiller bulunur. Evrim bilimci Eugene Koonin bu durumu “biyolojik büyük patlama (biological Big Bang)” olarak tanımlar. Koonin, Kambriyen döneminde birçok canlı grubunun karmaşık bir yapıda ani olarak belirdiğini (sudden emergence), hâl böyleyken ana canlı grupları arasındaki ilişkinin çözülmesinin çok zor olduğunu ve bunun Darwin’in öne sürdüğü evrim ağacı modeli ile uyuşmadığını ifade eder.1

Aslında Darwin de fosil kayıtlarında birçok ana canlı grubunun ani şekilde belirmesinin kendi teorisine aykırı bir durum oluşturduğunu ve bu durumu açıklayabileceği tatmin edici bir cevabının olmadığını itiraf ediyordu.2 Fakat Darwin, teorisini destekleyecek ve kendi zamanında henüz bulunamamış olan fosillerin gelecekte bulunacağını düşünmüş olacak ki teorisini terk etmemiştir. Fakat aradan geçen yaklaşık 150 yıllık süreye ve çıkarılan yüz binlerce fosile rağmen Darwin’in teorisini destekleyecek nitelikte fosiller bulunamamıştır. Evrim bilimci Prof. Dr. David Raup, Darwin’in döneminde karşılaşılan, evrim teorisinin çıkarılan fosillerle uyuşmama sorununun hâlen geçerli olduğunu itiraf eder.3

Darwin’e göre canlılarda hasıl olacak büyük çaplı değişimler (makro mutasyonlar), ölümü netice verebilecek sakatlıklara ve fonksiyon bozukluklarına sebep olacağından türlerde meydana gelecek olan kalıcı değişimlerin uzun zaman süreçlerine yayılması ve küçük çaplı olması gerekirdi. Oysa deliller bu iddianın aksini göstermiştir.

Evet, gerçekten de fosil kayıtları nazara alındığında, türlerin öncekilere nispeten benzersiz olması ve ani olarak belirdiğinin ortaya çıkması, Darwin’in rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon ile türlerin ortak bir atadan aşama aşama değişimlerle birbirinden evrimleştiğini iddia eden teorisi için büyük bir sorun teşkil eder. Bu durum ise evrim hipotezinin gerçeklikle olan uyumsuzluğunu gösterir.

3. Rastgele Mutasyonlar ve Yeni Genetik Bilgilerin Oluşması
Bilindiği üzere canlıların sahip olduğu her bir hücrede üç boyutlu yapıya sahip; adenin (A), timin (T), guanin (G), sitozin (S) isimli dört adet bazı ihtiva eden DNA molekülü bulunur. Canlı bir organizmanın yapısına ait milyarlarca farklı konudaki sayısız bilgi ve talimat bu bazların oluşturduğu dijital kodlarla DNA’da depolanmaktadır. Bu yönüyle DNA çok gelişmiş bir bilgisayar gibidir ve Bill Gates’in ifadesiyle mevcut bilgisayar yazılımlarının pek fevkindedir.4

Bir bilgisayara yeni bir fonksiyon veya yetenek kazandırmak istediğimizde yeni kodları içeren yazılım veya programlar yüklememiz icap eder. Bunun gibi canlı organizmanın yeni bir yapıya dönüşebilmesi için o canlının DNA’sına yeni genetik bilgilerin eklenmesi gerekir. Zira yeni bir yapıya dönüşmek, yeni hücre, yeni doku ve yeni organların oluşması demektir. Bu ise DNA’ya yeni kodların ilavesi ile mümkündür. Bu noktadan hareketle Kambriyen Dönemi’nde veya diğer dönemlerde ortaya çıkan birbirinden çok farklı ve son derece karmaşık yapılara sahip canlı türlerinin biyolojik patlaması, yeni genetik bilgilerin de patlaması manasına gelir.5 Fakat sorun şu ki rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarının, canlılarda faydalı ve girift yapısal değişikliklere sebep olabilecek yeni genetik bilgileri üretip üretemeyeceğidir.

a. Mutasyonlar ve Protein Sentezi:
Daha önceden de ifade ettiğimiz gibi canlı organizmalarda yapısal bir değişimin olabilmesi için yeni genetik bilgilerin oluşması ve yeni proteinlerin sentezlenmesi gerekir. Çünkü canlıların bedenini oluşturan maddenin büyük kısmı proteinlerdir. Proteinler ise DNA’da yazılı olan kodlara göre üretilir. Yeni bir hücre, doku veya organın oluşması için yeni proteinler; yeni proteinlerin oluşması için de DNA’da yeni genetik kodların oluşması icap eder. Rastgele mutasyonların ise fonksiyonel bir proteini yapma olasılığı yoktur. Tesadüf meselesi üzerine yazdığımız makalede bu imkânsızlığı bir miktar ifade etmiştik. Fakat burada da kısa bir izahını yapmakta fayda görüyoruz.
Proteinlerin oluşabilmesi için birçok koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. En küçük bir protein bile yüzlerce aminoasidin belirli bir ölçüde ve uygun bir sırada dizilimleri neticesinde oluşur. Tek bir aminoasidin fazla ya da eksik olması veyahut sağ elli diye ifade edilen aminoasitlerin zincire karışmaları durumunda protein işlevsiz hâle gelir. Yine aminoasitlerin birbirlerine peptid bağı ile bağlı olması, protein sentezlenmeden evvel bir kısım özel enzimlerin önceden var olması gibi durumlar da proteinin oluşabilmesi için gerekli olan diğer koşullardır. Tüm bu koşullar birlikte değerlendirildiğinde 400 aminoasitten oluşan işlevsel bir proteinin rastgele oluşma olasılığı hesaplandığında ortaya 10640ta 1 gibi akıl almaz derecede düşük bir olasılık çıkar. Bu astronomik rakamın ne ifade ettiğini anlayabilmek için bilim adamlarının bizim galaksimizde 1065 kadar atom olduğunu söylediklerini hatırlatmak yeterlidir.

Evet, rastgele mutasyonlarla elde edilebilecek tek bir işlevsel protein için gereken süre bile tüm canlıların evrimleşmesi için geçtiği iddia edilen süreden daha uzundur. Matematik ilminde 1050de 1’den düşük olasılıkların zaten gerçekleşmesi imkânsız olasılıklar olarak adlandırıldığını ve tesadüf meselesinin hakikatini “Gayesellik ve Tesadüf Meselesi Üzerine” isimli makalemizde ayrıntılarla izah ettiğimizden, genlerde meydana gelecek rastgele mutasyonların tek bir proteini dahi oluşturamayacağını belirterek burada kısa kesiyoruz.

b. Mutasyonlar ve Yeni Vücut Planı:
Mutasyonların yeni vücut planı üzerindeki tesirini anlatmadan önce bazı kavramların kısaca açıklanmasında fayda görüyoruz. Canlıların oluşma süreci, ana rahminden doğuma kadar belli aşamaları takip eder. Embriyonik dönem bu safhalardan biridir. Embriyo, dişi yumurtasının erkek spermi ile birleşmesiyle oluşan, birleşmeden sonra gelişmekte olan genç organizmaya denir. Embriyo “içeride büyüyen” anlamına da gelir. Embriyo döneminin en mühim özelliği, en önemli vücut sistemlerinin bu süreçte oluşuyor olmasıdır. Süreç ilerledikçe DNA molekülünde yazılı olan kodlar ve talimatlar doğrultusunda bir kısım organ grubu ve vücut sistemleri meydana gelir. Sonra, oluşacak canlının vücut planı (body plan) ortaya çıkar. Vücut planı, bir gruba mensup canlının tanımlanmasına ve sınıflandırılmasına yarayan, canlı grubunun yapısal karakteristiğini ifade etmede de kullanılan bir kavramdır.

Evrim teorisi, yeni genetik bilgilerin ve yeni proteinlerin oluşumunu açıklamada âciz kaldığı gibi embriyo döneminde yeni vücut planlarının ve bu planları oluşturmak için gerekli olan genetik bilginin nasıl oluştuğunu açıklamada da yetersiz kalmaktadır. Son yıllarda gelişim biyolojisinde meydana gelen gelişmeler, embriyo gelişim sürecinde vücut planlarının nasıl oluştuğu meselesini daha iyi anlamamıza yardımcı olmuştur. Her ne kadar evrimciler, mutasyonların yeni bir canlı oluşturabileceğini ve sayısız canlı türünü oluşturma potansiyeline sahip olduğunu iddia etseler de yapılan araştırmalar sadece erken embriyonik dönemde meydana gelen mutasyonların canlının vücut planında değişiklik yapma potansiyeline sahip olduğunu göstermiştir. Diğer taraftan embriyonun sonraki gelişim safhalarında mutasyonlar meydana gelse bile çok az miktar hücreyi etkileyeceği ve vücut planının zaten önceden şeklini almış olması sebebiyle bu evredeki mutasyonlar vücut planında büyük bir değişimi netice vermeyecektir.6 Dolayısıyla canlının büyük bir yapısal değişime uğraması için mutasyonların erken embriyonik dönemde gerçekleşmesi gerekir.7

Canlıda yapısal olarak değişimi netice verecek mutasyonların erken embriyonik dönemde olma gerekliliği, evrim teorisi için büyük bir sorun teşkil eder. Zira erken dönemde meydana gelen mutasyonlar ölümcüldür.8 Nasıl ki bir mühendis araba motorundaki pistonların boyunu uzatır fakat pistonların doğrusal hareketini dönme hareketine çeviren krank milinde herhangi bir değişiklik yapmazsa o motor çalışmaz. Öyle de erken embriyonik dönemde meydana gelecek değişimler, birbiriyle ilişkili diğer değişimleri de gerektireceğinden işlevsiz bir neticenin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Misal, canlı omurgası erken embriyonik dönemde, parmaklar ve deri ise geç dönemde oluşur. Canlı omurgasının oluşma sürecinde meydana gelecek bir mutasyon -omurganın vücudun diğer kısımları ile doğrudan ilişkili olması sebebiyle- canlının sakat doğumuna hatta ölümüne sebep olurken parmağın veya derinin oluşma sürecinde meydana gelecek bir mutasyon kısmi bir sakatlık veya arızaya neden olur.9 Dolayısıyla yeni vücut planı oluşturmak için gerekli olan faydalı mutasyonların gerçekleşmesi ve bunların beklenen evrimsel neticeleri vermesi pratikte mümkün görünmemektedir. Geç embriyonik dönemde meydana gelecek mutasyonlar ise kısmi değişim ve kısmi arızalara neden olduğundan yeni vücut planı oluşturacak nitelikte değildir.

c. Mutasyonlar ve Gen Düzenleyici Ağlar (GRNs):
Canlı bir organizmanın oluşumu sadece gen ve proteinlere dayalı değildir. Bunların yanında bütünleşik gen ve protein ağlarına da ihtiyaç vardır. Gen düzenleyici diye adlandırılan bu ağlar (GRNs), bir hücre içerisinde (RNA ve protein manasının ürünleri yoluyla) dolaylı olarak birbirleri ile etkileşim gösteren DNA bölümlerinin ve hücredeki diğer maddelerin bir derlemesi olup ağlardaki hangi genlerin, protein kodlayıcı bilgileri taşıyan mRNA’ya dönüştürüleceğini belirler. Hücrelerin gelişmesi ve farklılaşma sürecinde önemli rol oynarlar. Mükemmel bir koordinasyon ve etkileşim içinde zaman bazlı kritik önemi haiz vazifeleri icra ederler.

Gen düzenleyici ağlar (GRNs) üzerine belki de en kapsamlı araştırmaları yapan ünlü gelişim biyologu Eric Davidson, vücut planlarını düzenleyen gen düzenleyici ağlarda meydana gelecek mutasyonların vücutta büyük kayıplara neden olacağını, bu ağlardaki her bir dış tesirin derhal gözlemlenebilir (olumsuz) bir sonuç verdiğini, dolayısıyla neticelerin (değişimlerin) hem çok sınırlı hem de son derece yıkıcı olduğunu belirtir.10 Evet yeni vücut planı, yeni genleri, yeni proteinleri ve yeni gen düzenleyici ağları gerektirir. Fakat yeni gen düzenleyici ağların oluşumunun mevcut ağların değişmesi ile mümkün olması ve bu değişimlerin canlı organizmada ölümcül sonuçlara sebep olması, evrim teorisinin mutasyonlara yüklediği büyük vazifelerin aslında pratikte gerçekleşmesinin mümkün olmadığını gösterir. İddia edilenin aksine mutasyonların doğal seleksiyon mekanizmasının canlıyı seçmesine yarayacak faydalı değişimleri sunamaması doğal seleksiyon mekanizmasını harekete geçiremeyeceğinden evrimsel süreç de devam etmeyecektir.

4. İtirazların Cılızlığı

Yukarıda izah ettiğimiz noktalara bir kısım evrimciler tarafından itiraz edilmek istense de evrimcilerin yaptıkları açıklamalar, kendilerini içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmaya yetmemiştir. Evrimciler, hayvanların vücut planı için çok fazla yeni genetik bilgilere ihtiyaç olmadığını, canlıda zaten var olan gen düzenleyici ağların değişimi ile sürecin işlediğini ve bunun olması için Kambriyen Dönemi’ndeki hayvanlara ait gen düzenleyici ağların “esnek ve değişken” yapıda olmuş olabileceğini iddia ederler.

Öncelikle bu iddianın mevcut bilimsel araştırmaları görmezden gelip, sahip oldukları “evrim teorisinin doğru olduğu” ön kabulü ile yapılan bir yorum olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira gözlem ve deneylerle gen düzenleyici ağların temel kontrol sistemlerinin rastgele değişimlere açık olmadığı, olsa bile bunun ya hiçbir değişikliği netice vermediği yahut ölümcül etkileri olduğu; meyve sinekleri (Drosophila), denizkestanesi (S. purpuratus), iplik kurdu (C. elegans), zebra balığı (Danio) ve bunun gibi diğer hayvanlarda yapılan deneylerde ispatlanmıştır. Dolayısıyla bir kısım evrimcilerin, Kambriyen döneminde gen düzenleyici ağların değişimlere açık ve elastik yapıda olmuş olabileceği iddiası, ispatlanması mümkün olmayan bir spekülasyondur ve bilimsel karşılığı olmayan bir varsayımdır. Evrimcilerin deney ve gözlemlerle elde edilmiş bilgileri kabul etmeyip kendilerinin ön kabul ile hareket etmeleri ve hakikate karşı varsayımı kabullenmeleri, tüm bilim felsefesi prensiplerini ayaklar altına almak anlamına geliyor. Onların yaptığı, Güneş’e bakıp Güneş’in varlığını inkâr etmektir.

Evrimci bilim adamlarının yeni form hayvanların oluşması için gereken genetik bilgileri izah ederken önceden var olduğunu farz ettikleri fakat açıklayamadıkları en az üç nokta vardır.

Birincisi: Gen düzenleyici ağlarda bulunan genlerde depolanmış bilgilerdir. Evrimciler gen düzenleyici ağların yeniden bağlanması için bu ağları oluşturmaya yarayan genlerin önceden var olduğunu farz ederler. Fakat bu genlerin nasıl oluştuğunu açıklamazlar.

Yine Kambriyen patlaması döneminde ortaya çıkan karmaşık yapılı canlıların izahı yapılırken Hox genlerinin bu süreçte nedensel bir rolü olduğunu iddia ederler.11 Fakat bu genlerin nasıl var olduğunu açıklayamazlar. Sadece önceden var olduğu varsayımı, kabulü ile hareket ederler.

İkincisi: Çeşitli vücut yapıları için gereken proteinlerin oluşmasını sağlayan, önceden var olan diğer genlerdeki genetik bilgilerdir. Evet, birçok evrimci biyolog, yeni bir hayvan vücut planının oluşması için önceden birçok genin var olmasının gerekliliğini ifade eder. Hatta Kambriyen Dönemi’ndeki hayvanların, onların meydana gelmesine sebep olan genlerin daha önceden var olmaması durumunda evrimleşemeyeceklerini, bu hayvanların evrimleşmeden evvel hayvanların oluşmasını sağlayacak genetik mekanizmanın da önceden var olması gerektiğini belirtirler.12 Fakat ne söz konusu genlerin ne de bu genetik mekanizmaların nereden geldiğini açıklayabilirler.

Üçüncüsü: Evrimciler, gen düzenleyici ağların yeniden bağlanması için gerekli olan bilgilerin kaynağını da açıklayamazlar.

Yukarıda bahsettiğimiz hususlar ateistik evrim anlayışını benimsemiş evrimci biyologların yetersiz itirazlarıdır. Bu çıkmazların yanında Richard Dawkins gibi bir kısım ateist evrimci “rastgele, tesadüf” kelimelerinden de rahatsız olurlar ve şaşkınlık yaratırcasına evrimin tesadüfi bir süreç olmadığını, bu söylemi bırakmamız gerektiğini ifade ederler. Aslında burada kastetmeye çalıştıkları şey, doğal seleksiyon mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın işleyişinin tesadüfi değil, tabiattaki canlıların irade ve seçimleri olduğunu belirterek tesadüf kavramının insanların nazarında oluşturduğu imkânsızlık algısını kırmaya çalışırlar. Fakat burada doğal seleksiyonu öne çıkarıp rastgele mutasyonları gizleme kastı vardır.

Evrim teorisi dediğimiz öğreti sadece doğal seleksiyon mekanizmasından oluşmuyor. Evrimciler tabiata uyum sağlayamayan canlının eleneceğinin tesadüfi bir süreç olmadığını iddia etseler de genlerdeki rastgele mutasyonların hüküm sürdüğü öğretilerini gizleyemezler. “Genlerdeki rastgele mutasyonlar neticesinde oluşan bir canlı, tabiata uyum sağlarsa zamanla evrimleşir!” iddiasının tesadüf ile bir ilgisi yok mu? Doğal seleksiyon, tesadüfi mutasyonlarla meydana gelen canlıların tabiata en uygun olanını seçer. İşin temeli yine tesadüftür. Bunu kısa bir misal ile izah edelim. Sokakta yürürken uzun yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızla tesadüfen karşılaştınız. Doğal olarak oturup bir yerde çay içmeye karar verdiniz. Burada çay içme fiiliniz sizin kararınızdır. Fakat çay içme fiilinin sizin iradenizin bir sonucu olması, bu süreci tesadüfün kıskacından kurtaramaz. En nihayetinde rastgeleliğin doğurduğu iradi bir oluş. Zaten bir varlık ya tesadüfün eseridir ya da bilincin. Üçüncü bir şık yoktur. Ateistler varlığın arkasındaki bilinci kabul etmediklerine göre iddialarının aslı yine tesadüftür. Bu tarz göz boyamaya ihtiyaç duymalarının sebebi, şüphesiz kendilerinin de tesadüflerin manalı ve işlevsel hiçbir neticeyi vermeyeceği gerçeğine inanmalarıdır.

Diğer taraftan ateist evrimciler gibi teistik evrimciler de yeni genetik bilgi üretme konusunda rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmasının yeterli olacağına inanmaktadırlar. Dannis Venema gibi teistik evrimciler, evrimin (Allah’ın değil!) yeni bir protein oluşması için gereken yeni genetik bilgileri üretebileceğine yönelik olarak “naylonla beslenen bakterileri” ve “naylonase” isimli enzimi (protein) misal olarak verirler.13 Biz bu iddianın bilimsel olarak ne kadar problemli olduğunu, bunun genetik bir kodun gen dizisine rastgele eklenmesiyle oluşan bir protein olmadığını, aksine önceden var olanın sınırlı bir şekilde değiştiği gibi bilimsel detaylarına girip yazıyı daha fazla uzatmayacağız. Fakat şunu söylemeden geçmeyeceğiz: DNA, RNA ve proteinlerin yapısı ve ilişkileri incelendiğinde bu indirgenemez kompleks yapıların dış bir tesir yani Allah’ın müdahalesi olmadan başıboş vücuda gelmesinin imkânsız olduğunu aklı olan herkes anlayacaktır. İlginç olan şudur ki makalede belirttiğimiz birçok imkânsızlığa ve DNA, RNA ve protein gibi yapıların bir Yaratıcının varlığını zorunlu kılmasına rağmen teistik evrimcilerin hâlen “rastgele” mutasyonlar ve doğal seleksiyon mekanizmasının yeni protein ve yeni genetik bilgileri oluşturabileceği konusunda ısrarcı olmaları ve evrimin bu imkânsızlıkları kendi başına aşabileceğine yönelik “deistik” inanç ve yorumlarıdır.

Evet, makalede ifade edilen bilimsel deliller ışığında bakıldığında, yeni bir canlı formunun oluşmasını ve bu oluşuma sebep olacak genetik bilgilerin kaynağını açıklamada Neodarwinizm’in mekanizmaları yetersiz kalmaktadır. Rastgele mutasyonlar, doğal seçilime yarayacak veya doğal seçilimi harekete geçirecek yapıları oluşturamazlar. Gösterilen veya olduğu iddia edilen faydalı mutasyonlar, bir sürüngenin kuşa dönüşmesini izah edecek yeterlikte değildir. Bir bakteride meydana gelen faydalı mutasyonlar yaşamı, yetenekleri, organları, üreme sistemleri tamamen farklı olan sayısız türlerin birbirinden evrimleştiği iddiasının delili de olamaz. Dolayısıyla mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarının Allah’ın canlıları yaratmadaki metodu olduğunu iddia etmek gibi hiçbir zaruri durum yoktur.

Soru: Laboratuarlarda mikroorganizmalar, genler ve proteinler üzerine birçok deney yapıldığı söyleniyor. Bu deneylerde mutasyonlar evrim teorisini delillendirecek nitelikte değişimlere neden olmuş mudur? Yeni gen ve proteinler elde edilmiş midir?

Cevap: Mutasyonların mikroorganizmalar üzerindeki tesirini öğrenmek ve evrim teorisini temellendirmek amacıyla son 50 yılda laboratuvar ortamında birçok deney yapılmıştır. 1968 yılında T.T. Wu, C. Lin ve S. Tanaka’nın yaptıkları ve bir kısım bakterinin bir çeşit şeker alkolü olan Ksilitol (Xylitol) içerisinde gelişmeyi öğrendiğini gösteren deney, 2012 yılında Nasvall Joakim ve arkadaşlarının Salmonella Enterica bakterisi üzerinde yaptıkları deney, Ann K. Gauger ve arkadaşlarının Triptofan aminoasit sentezi üzerinde yaptıkları deneyler bunlardan bazılarıdır.

Yine var olan proteinler ve enzimler üzerinde genetik mühendisliğinde kullanılan araçlar vasıtası ile genetik kodlarla oynanarak birtakım deneyler yapılmıştır. Matti Leisola ve Ossi Turunen’in yaptığı, “yönlendirilmiş evrim” (directed evolution) diye adlandırılan deney buna örnektir.14 Tabii bu deneylerde çok yüksek oranda mutasyon uygulanması, özenle seçilmiş tepkime koşulları, genetik mühendisliğinde kullanılan araçlar ve arzulanan bir sonuca yönelik değişkenlerin seçilmesi gibi durumlar söz konusu olmuştur. Zaten “yönlendirilmiş evrim” ifadesi oksimoron bir tabirdir. Yani birbiriyle çelişkili iki zıt kavramın bir arada kullanılmasıdır. Özünde yönlendirilmeyen bir süreç olan evrimin, “yönlendirilme” ile anılması sonucunda ortaya çıkan çelişkili durumdur.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Tabiatta neler olduğunu, süreçlerin nasıl işlediğini ve işleyeceğini öğrenmek adına tabiat ortamı taklit edilerek laboratuvar ortamında yapılan deneyler, gerçek manada tabiatta ne olduğunu ve ne olacağını bize yansıtmazlar. Misal, hayvan besinlerinde geniş ölçekte antibiyotik uygulamalarının, antibiyotiğe dayanıklı bakteri oranında artışa sebep olması hadisesi laboratuvar ortamında olan fakat tabiatta gerçekleşmeyen bir durumdur. Bağışıklık, bakteride zaten var olan genlerin antibiyotiğe karşı faaliyete geçmesi ile ya da mutasyonla deforme olan bakterinin molekül yapısının değişmesi sebebiyle antibiyotiğin bu bakteriye yapışamaması neticesinde kazanılır. Tür içi bir oluşumdur, yeni bir türün oluşmasında hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu, mikroorganizmaların zorlanmasıyla antibiyotiğe dayanıklı genlerin ortaya çıkarılması veya mutasyonlarla mikroorganizmaların antibiyotik reseptörlerinin değişime uğratılması gibi insan yapımı veya insanın zorlamasıyla oluşan bir sürecin neticesinden başka bir şey değildir.

Yapılan tüm bu deneyler, doğal süreçlerin limitlerini araştırmaya yarayan, biyolojide rastgeleliğin ulaşabileceği sınırları gösteren tecrübelerdir. İnsan zekâsının işin içine girdiği, insan eli değerek özel laboratuvar ortamlarında suni seleksiyonlarla yapılan deneyler evrim değil, tasarımdır. Bu deneyler tabiattaki gerçekliği yansıtmamakta olup temel olarak ne bir geni tamamen başka bir gene, ne bir proteinin yapısını başka bir proteinin yapısına ne de bir mikroorganizmayı başka bir mikroorganizmaya dönüştürmektedir. Olan şey, var olanın limitli olarak değişmesidir. Oluşan yeni bir şey yoktur.15

Peki, hâl böyleyken “Niçin evrim teorisi ve bunun teistik yorumcuları, yaşamın başlangıcı sürecinde rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmasının işlediği şeklinde ısrarcı bir tutum içerisindeler?” diye sorulacak olursa bunun sebebi, evrim teorisini savunan bilim insanlarının, yaşamın kökenine yönelik yaptıkları izahlarda bilimin ortaya koyduğu delillerin yerine felsefi spekülasyonları temel almalarıdır. Bunlar ise eylem alanına geçmeyen, yalnızca bilme ve açıklama gayesi güden, pratikle ilgisi olmayan kurgusal düşüncelerdir. Onlara göre evrim vardır. Bu mutlak bir doğrudur. Öyleyse mevcut deliller aksini gösterse de yapılan tüm deneyler, elde edilen tüm bulgular evrim çerçevesinde yorumlanmalı ve kurgulanmalıdır. İşte buna da bilim diyorlar. Daha en küçük organizmaların açıklamasında bile başarısız olan ve yeterli delil sunamayan bir teorinin başına Allah’ın yaratma kudretini kelime olarak eklemek kendini kandırmaktır.

Soru: Teistik evrimciler, yaşamın oluşması için gerekli olan genetik bilgilerin evrenin başlangıç koşullarında mevcut olduğunu veya tabiat kanunlarının genetik bilgiyi üretmiş olabileceğini iddia etmektedirler?

Cevap: Bir kısım teistik evrimci, fizikî tabiat kanunlarının yeni canlı formlarının oluşabilmesi için gerekli olan genetik bilgileri üretmiş olabileceğini iddia ederler. Peki, tabiat kanunlarının genetik bilgi üretme gibi yetisi var mıdır? Üzerinde durulması gereken nokta burasıdır.

Konuya açıklık getirmesi için bir misal verelim. Geniş ve düz bir zemin üzerinde havada duran belli bir sayıda drone (küçük, uzaktan komuta edilebilen insansız hava aracı) olduğunu düşünelim. Aşağıdan bakıldığında bu dronların “TÜRKİYE” yazısını oluşturacak şekilde bir oluşum içerisine konulduğunu varsayalım. Her bir drone altında ise kırmızı veya beyaz renkli boya dolu torbalar olsun. Hepsi bu torbaları bırakıyor. Yer çekiminin etkisiyle yere düşen torbalar kırmızı ve beyaz renkten oluşan “TÜRKİYE” yazısını oluşturuyor.

Misale baktığımızda oluşan “TÜRKİYE” yazısının yer çekimi kanunu tarafından yapıldığını iddia edemeyiz. Zira yazı, boya dolu torbalar bırakılmadan önce dronlar havada iken oluşturulmuştu. Yer çekimi sadece önceden hazır olan bu bilginin yeryüzüne düşmesini sağladı. Yani yerçekimi kanunu; başlangıçta zaten ayarlanmış, tasarlanmış düzene yeni bir bilgi katmadı. Dolayısıyla biz deriz ki tabiat kanunları bilgiyi aktarabilirler fakat bilgi üretemezler.

Diğer bir husus şudur ki bilimsel kanunlar veya tabiat kanunları tekrarlanan gözlem ve deneylerle aynı şartlarda aynı sonuçları veren ilişkiler sistemini ifade ederler. Burada tekrarlanan bir düzen söz konusudur. Fakat diğer taraftan DNA gibi bilgi bakımından zengin içerikli maddenin özünde yüksek derecede karmaşıklık ve aperiodiklik (aperiodicity) vardır. Yani tekrar eden bir düzen yoktur. Misal, “ABABABAB” dizilimini “Bir insan için atılan küçük bir adım, insanlık için büyük bir atılımdır.” cümlesi ile karşılaştıralım. İlk dizi (ABABABAB) tekrar eden bir dizilime sahiptir. Fakat karmaşık değildir. Bir mana ifade etmez. İkinci dizi ise bir düzen doğrultusunda değildir, sırayı takip etmez ve tekrar etme bağlamında karmaşık yapıdadır. Ayrıca rastgele bir dizilimin oluşturacağı manasızlığın aksine ikinci dizi bilgi ve anlam ihtiva eder.

Evet, misalden de anlaşılacağı üzere hangi durumda olursa olsun, bilgi içeren dizilimlerin özünde karmaşıklık ve aperiodiklik vardır. Dolayısıyla bilimsel yasaların tanımladığı düzenli süreçlerin, özünde karmaşık olan DNA molekülündeki işlevsel olarak belirlenmiş bilgi dizilimlerini üretebileceğini iddia etmek kendi içinde çelişkilidir.16 Bir diğer ifadeyle, periyodik şablonlarla işleyen ve tekrar eden düzenli ilişkilerin neticesinde tanımlanan tabiat kanunlarından düzensiz ve karmaşık bilginin kaynağı olarak bahsetmek elbette olanaksızdır.

Diğer bir iddia olan, ilk ve ardından gelen canlı formlarının oluşması için gerekli olan bilgilerin evrenin başlangıcındaki ilk parçacıklarla birlikte mevcut olabileceği meselesine gelelim. Evet, bu iddianın doğru olabilmesi için evrenin başlangıcındaki maddenin yapısında olduğu iddia edilen bilgiyi, milyarlarca yıl bozulmaya uğramadan iletecek veya aktaracak bir tabiat kanununa ihtiyaç vardır. Hem ilk canlı hücrenin oluşabilmesi için bu bilgiyi kullanabilecek süreçlerin de var olması gerekir. Ayrıca işlevsel bir genin, yeni bilgi bakımından zengin DNA’yı oluşturması için gerekli olan bilginin evrenin başlangıcındaki maddelerde olduğunu nerden biliyoruz? Bu iddiayı destekleyen bir delil mi var?

Tüm bu soru ve iddialara verilecek cevap olumsuzdur. Zira DNA’nın biyolojik olarak ilişkili kimyasal alt unsurları dahi işlevsel bir geni oluşturacak bilgiyi ihtiva etmez. Kaldı ki DNA’dan çok daha basit yapılı ve biyolojik unsurlarla çok daha az alakadar olan evrenin başlangıcında olduğu iddia edilen maddelerde böyle biyolojik, genetik bilgiler var olsun… Hem evrenin başlangıcında işlevsel genleri oluşturması için bahsi geçen alt unsurların kendi kendine nasıl organize olduğunu açıklayan hiçbir bilimsel yasa da mevcut değildir.17

Fatih Buğra SARPER

Dipnotlar:

(Bu makale Stephen C. Meyer’in eser ve çalışmalarından faydalanılarak hazırlanmıştır.)
[1] Eugene V. Koonin, “The Biological Big Bang Model for the Major Transitions in Evolution”, Biology Direct 2 (2007): s. 1-17.
[2] Charles Darwin, On the Origin of Species by Means of Natural Selection, (Harward University Press, 1964) s. 396-397.
[3] David Raup, “Conflicts between Darwin and Paleontology”, Bulletin of the Field Museum of Natural History 50 [1979]: s. 22-29.
[4] Bill Gates, The Road Ahead (London: Penguin, 1996), s. 228.
[5] Stephen C. Meyer, Theistic Evolution: The Scientific Critique of Theistic Evolution, (Crossway, 2017), s. 112.
[6] Leigh Van Valen, “How Do Major Evolutionary Changes Occur?”, Evolutionary Theory 8 (1988): s.173-176.
[7] Bernard John ve George G. C. Miklos, The Eukaryote Genome in Development and Evolution (London: Allen & Unwin, 1988), s.309.
[8] Christiane Nüsslein-Volhard ve Eric Wieschaus. “Mutations Affecting Segment Number and Polarity in Drosophila” Nature 287 (1980): s. 795-801.
[9] Stephen C. Meyer, Theistic Evolution: The Scientific Critique of Theistic Evolution, (Crossway, 2017), s.120.
[10] Eric Davidson, “Evolutionary Bioscience as Regulatory Systems Biology” Developmental Biology 357 (2011) s. 38, 40.
[11] Charles Marshall, “Nomothetism and Understanding the Cambrian Explosion” Palaios 18 (2003): s.195-196.
[12] Charles Marshall, “Explaining the Cambrian Explosion of Animals” Annual Review of Earth and Planetary Sciences 34 (2006): s. 355-384.
[13] Dennis Venema, “Intelligent Design and Nylon Eating Bacteria,” BioLogos.org, Nisan 7, 2016: http://biologos.org/blogs/dennis-venema-letters-to-the-duches/intelligent-design-and-nylon-eating-bacteria.
[14] Matti Leisola ve Ossi Turunen, “Protein Engineering: Opportunities and Challenges” Applied Microbiology and Biotechnology 75 (2007): s. 1225-1232.

[15] Matti Leisola, “Evolution: A Story without a Mechanism”, (Ed. Stephen C. Meyer) Theistic Evolution: The Scientific Critique of Theistic Evolution, (Crossway, 2017), s. 139.
[16] Stephen C. Meyer, “The Difference It Doesn’t Make: Why ‘FrontEnd Loaded’ Concept of Design Fails to Explain the Origin of Biological Information”, (Ed. Stephen C. Meyer) Theistic Evolution: The Scientific
Critique of Theistic Evolution, (Crossway, 2017), s. 226-227
[17] Meyer, age. s. 230.

User Image

fbsarper

Merhaba. Ben Fatih Buğra Sarper. 1988 yılında doğdum. İzmir’de büyüdüm. Bilime, bilgiye ve hikmete meraklı bir araştırmacıyım diyebilirim. 2013'den beri çeşitli platformlarda bilim, felsefe, din, medeniyet, düşünce ve evrim teorisi üzerine yazılar yazmaktayım.

Yorum yok

Bir yorum yazın