1. Giriş
Fosiller, yaşamın tarihsel geçmişine dair önemli bilgiler sunar. En önemlisi, evrimcilerin ortaya attıkları iddiaların sınanması için bizlere çalışma alanı sağlar. Önceki bölümlerde fosil kayıtlarına dair -kısaca- muhtelif bilgiler vermiştik. Bu bölümde, tekerleri patlamış arabayı lastiklerine yama yaparak yürütebilme telaşına düşmüş sürücü misali yeni yamalarla teorilerini sürdürme gayretinde olan evrimcilerin çıkmazlarını fosiller ve ara formlar bağlamında izah etmeye devam edeceğiz.
2. Ara Geçiş Formlarının Yetersizliği
Evrimciler, canlıların tarihsel kökenine inildiğinde istisnasız tüm canlıların birbirleri ile bağlantılı olduğunu, nihayetinde ortak bir atada birleştiklerini iddia ederler. Günümüzde milyonlarca tür canlı ve onların sayısız fertleri olduğunu biliyoruz. Eğer ki evrimci düşüncenin ortak ata iddiası doğruysa türlerin tabiata uygun olmaması, adaptasyon sağlayamaması sebebiyle doğal seleksiyonla elenmiş sayısız ara form canlının tarihî süreçte yaşamış olması, bunlardan geriye de sayısız ara form fosilinin kalması bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Bunu bir misalle açıklayalım.
Normal bir insanın vücut ölçülerinde bir heykel yapmak istiyoruz. Heykel yapımında kullandığımız madde hızlı donan bir cinsten. Dolayısıyla her hatada heykel istediğimiz ölçüde olmadığından baştan yapılıyor, hatalı olan heykel ise atılıyor. Fakat her yaptığımız hatadan ders çıkardığımızdan bir önceki heykelde yaptığımız hatayı tekrarlamıyor, ideal insan vücut ölçülerine ulaşıncaya kadar heykel yapımına devam ediyoruz. Burada istediğimiz ölçüde heykeli elde ettiğimizde bir adet ideal ölçülü heykele karşılık, geriye birçok hatalı heykel kalıntısı bırakmış oluruz. İşte bunun gibi evrimci anlayıştaki kademe kademe değişim ve doğal seleksiyonla ideal olanın elde edilmesine kadar geçen süreçte birçok canlı elenmiş, nihayetinde tabiata uyum sağlamış bir tür meydana gelmiştir. Tabii misalimiz sadece bir türün evrimleşme sürecine yöneliktir. Birbirinden çok farklı yapıdaki benzersiz türleri ortak bir atada birleştirebilmek için geçiş formlarının sayılamayacak derecede çok olması icap ediyor. Bu gereklilik, Darwin’in Türlerin Kökeni isimli meşhur kitabında da dile getirilmiştir. Darwin; doğal seleksiyon teorisine göre bütün canlı türlerin, her cinsin ana soyuna, bizim bugün aynı türün yabani ve evcil varyeteleri arasında şahit olduğumuzdan daha önemli olmayan farklılıklarla bağlandığını, bugün genellikle ortadan kalkmış bu ana soylardan her birinin daha eski diğer türlere aynı şekilde bağlandığını ve böylelikle giderek her büyük sınıfın ortak atasına yaklaşılacağını belirtir. Darwin bu durumda bütün canlı türler ile kaybolmuş türler arasındaki geçiş halkalarını oluşturan ara formların sayısının sonsuz denecek kadar büyük olmasının zaruri olduğunu, eğer teorisi doğruysa bunların kesinlikle yeryüzünde yaşamış olması gerektiğini ifade eder.1 Bu durumda olması gereken şey, jeolojik dönemlere ait fosillerin çok büyük çoğunluğu, mutasyona uğramış, yapı ve özellikleri gereği tabiata uyum sağlayamayarak elenmiş türlere ait olmalı, bizler de günümüzdeki haliyle aynı yapıya sahip birkaç türü anca bulabilmeliydik. Beklenen şey ise evrimcilerin günümüzdeki canlılara benzemeyen, türler arası geçişteki boşlukları dolduracak, farklılıkları birbirlerine bağlayacak nitelikte on binlerce fosili gösterip bizi ikna etmeleri; bizim de sayısız ara form fosil arasından günümüzdeki canlılara benzeyen -belki- birkaç tane fosil bulma ümidiyle fosil araştırması yapmak olmalıydı. Fakat durum tam tersidir. İddia edilen ara formlara ait fosiller bir buçuk asırdan beri devam edegelen hırslı ve şuurlu aramalara rağmen bulunamamıştır. Bulunanlar ise günümüzdeki canlı türlerinin eski çağlarda da aynı yapıda olduğunu gösteriyor.
Darwin, fosillerde ara formlara dair hiçbir izin çıkmamasının teorisine karşı yöneltilecek en büyük sorun olduğunu ifade etmiştir.2 Darwin, bu durumu fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklandığını ifade etse de artık günümüzde yeterli sayıda fosil kaydı mevcuttur. 2000 yılında Nature dergisinde yayımlanan bir makalede, 540 milyon öncesine kadar taksonomik seviyede familyaların iyi bir şekilde tutulmuş fosil kayıtlarının olduğu ifade edilmektedir.3 Dünyadaki bilinen fosillerin %20’sinin örneklerini barındıran Chicago Field Museum’un müdürü David Raup’a göre mevcut bilgiler Darwin’in iddia ettiği gibi bir türü diğerine bağlayan sayısız ara formun yer aldığı, yavaş yavaş, adım adım bir evrim olduğu düşüncesini hiçbir şekilde desteklemiyor. Raup, çoğu kişinin fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zannettiğini, Darwin’den bu yana 120 yıl geçmesine ve fosillerle ilgili bilgilerimizin fevkalade genişlemesine rağmen bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örneklerin Darwin’in zamanından daha az olduğunu şaşkınlıkla ifade eder.4 Evet, olması gereken ve beklenenin aksine, milyonlarca yıl öncesine ait on binlerce fosilin hemen hemen hepsi bugünkü canlılar ile aynı/benzer yapıda iken bunlardan yalnızca birkaçının ara form fosil olduğu iddia edilir. Ara form olarak değerlendirilen Archaeopteryx (bir kuş), Ambulocetus (karada yaşayan bir memeli), Acanthostega (kara ve suda yaşayan hayvan) ve Tiktaalik (bir balık türü) gibi fosiller detaylı incelendiğinde kendi evrimsel silsilelerine yönelik aydınlatıcı hiçbir bilgi vermediği gibi genellikle bütün hâlde de değillerdir.
3. Fosiller Nasıl Kıymetlendiriliyor?
Bir fosilin ara form olabileceğine yönelik değerlendirmeler, olması gereken genetik kod değişim faktörlerine göre değil, morfolojik yani şekille ilgili faktörlere dayanır. Morfolojik faktörlere dayanan çıkarımları, bir dizüstü bilgisayarın pizza kutusundan evrimleşmiş olabileceğini söylemeye benzetebiliriz. Oysa şeklen birbirlerine benzeseler de dizüstü bilgisayar ile pizza kutusunun ne kadar farklı ve bağlantısız olduğu herkesçe malumdur. Bu metodun ve anlayışın ne kadar sağlıksız ve yanıltıcı olduğunu birkaç misal ile izah edelim.
Birbirine kısmen yakın sistematik gruplarda bulunduğu kabul edilen böcekçiller takımından (insectivora) köstebek ile yırtıcılar takımından (carnivora) kedi arasında bir geçişi veya ikisi için ortak bir atayı tahayyül edelim. Sadece iskelet ve kas sistemi açsından bile yüz kadar fark sayılabilir. Diş yapıları, sindirim boruları ve duyu organlarındaki hususiyetlere kadar bütün farklılıklar düşünüldüğünde her türün kendine has karakter sayısının binleri bulduğu görülür. Kabaca bakıldığında her iki hayvanın da iki gözü, iki kulağı, dört bacağı, omurgaları, beyni, midesi, bağırsağı vs. olduğundan her iki türün birbirinden pek farkı yokmuş gibi düşünülebilir. Hâlbuki bir hayvan sistematikçisinin gözüyle bakıldığında yani teferruata inildiğinde farklılıklar bir anda yüzlere, binlere çıkar. Köstebek ile kedinin ayakları veya dişleri karşılaştırıldığında birinin toprağı kazmak için kürek, diğerinin av yakalamak için pençe şeklinde hususi yapılarının olduğu görülür. Buna bağlı olarak kemik ve kas yapıları, bunların fonksiyonları farklılık arz eder. Keza ağızlarındaki diş serileri de çok farklı olup yırtıcılara has olan “canin” dişler (köpek dişi) köstebekte yoktur. Sürekli karanlık ortamda yaşayan köstebeğin görme duyusu kendininkiyle aynı ışık şartlarında aynı kapasite ve işleyişe sahip değildir.
Yine fare, sincap, gelincik, kirpi gibi memeli hayvanların hepsinin ortak (hayalî) bir atadan doğal seleksiyon baskısı ve mutasyonlarla evrimleştiğini iddia edilir. Fakat bu canlılar detaylı incelendiğinde bunların birbirleri ile bağlantı kurulamayacak farklılıkların söz konusu olduğu, fosil kayıtlarının da geçiş formlarını desteklemediği görülür. Bu yüzden çizilen hayalî grafiklerde ortaya çıkan boşluklara ancak soru işaretleri konulabilmektedir.5
Tatlı su balığı ile deniz balığını ele alalım. Tatlı su balığı ile deniz balığı zahirde birbirlerine benzer canlılardır. Fakat bunlar birbirine tamamen zıt iki farklı ortamda yaşarlar. Dolayısıyla birinin yapı ve iç organları tatlı suya yönelik tasarlanmışken diğerininki tuzlu suda yaşamaya yöneliktir. Solungaçlar, mide, böbrek ve bağırsakların yapısı, bunların çalışma sistemi ve icra ettikleri fonksiyonlar birbirinden tamamen farklıdır. Diğer bir misal olarak keseli ve plasentalı memelileri verebiliriz. Plasenta, döl yatağına çok sayıda uzantı ile sıkıca tutunan ve fötüs ile göbek bağı yoluyla iletişim kuran çok damarlı, etli ve süngersi bir dokudur. Keseli hayvanlar ve monotrematlar hariç bütün memeliler plasentalıdır. Keseli hayvanlar, annenin döl yatağındaki embriyo gelişmesinin kısa sürdüğü, doğumdan sonra gelişmenin esas olarak memelerin bulunduğu karındaki bir cepte tamamlandığı memeli hayvanlardır. Monotrematlar ise yumurtlayarak üreyen kara ve su memelileridir. Plasentalı memelilerin bir kısmına ait belli tiplerin keseli formları Avustralya’da yaşamaktadır. Keseli fare, keseli köstebek, keseli sincap, keseli kurt gibi birçok hayvanın karınlarının altındaki keseleri, üreme sistemlerindeki anatomik farklılığı ve embriyonik gelişme süreçlerindeki hususiyeti bilmediğiniz takdirde sadece iskeletlerine bakarak bunları aynı türler zannedebilirsiniz. Hâlbuki bunlar Yaratıcı’nın Avustralya gibi okyanuslarla izole olmuş bir kıtada farklı bir planla yaratarak gösterdiği tecellisinin ayrı birer boyutudur. Hiçbir zaman biri, diğerinden -rastgele- mutasyon ve adaptasyonlarla ayrılacak kadar basit canlılar değildir.6 Tüm bu türlerin kendilerine has hususiyetleri, yapı ve fonksiyonları vardır. İşte fosiller, çoğunlukla canlıların iç organlarına ve yapılarına dair bize yeterli veri ve delil sunmadığından morfolojik bir sınıflandırma hem yanıltıcı hem de sığdır. Bir zamanlar omurgalıların sudan karaya çıkan atasının ilk başlangıcı olarak gösterilen Latimeria isimli balığın yaşayan formunun bulunmasıyla, onların iskeletlerine bakarak iç organları hakkında hüküm vermenin ne kadar yanlış olduğunun anlaşılması gibi.
Hem milyonlarca yıl öncesine ait fosillerin nasıl yorumlandığını önceki yazımızda belirtmiştik. Çıkarılan her bir fosil materyalist ön yargılarla değerlendirilmekte ve evrimin mutlak bir hakikat olduğu ön kabulü ile fosiller evrim teorisi lehine yorumlanmaktadır. Fosiller, o dönem yaşamış ve nesli tükenmiş kendine has türlere veyahut o dönem sakat doğmuş bir türe ait olabileceği gibi iddiaların deneylerle tekrarlanması mümkün olmadığından ve gözlemlere dayanmadığından hepsi birer varsayım olarak kalacaktır.
4. Türlerin Ani Zuhuru ve Yeni Teori Arayışları
Ara form hipotezinin doğru olabilmesi için jeolojik katmanlarda bulunan kompleks yapılı canlıların zuhurundan önceki devirlerde basit haberci yaratıkların yer aldığı ve giderek karmaşık yapılı canlılara doğru dönüşüp çeşitlendiği uzun bir evrim periyodunun geçmesi ve bizim de bunu fosil kayıtlarında görmemiz gerekecekti. Darwin, teorisine yöneltilen bu en ciddi tenkidi asla delillerle yalanlayamamıştır. Önceki yazımızda, çeşitli jeolojik dönemlere ait fosil kayıtlarında arkelerin genetik patlamasından Edikaryan Dönemi’ndeki deniz canlılarına; Kambriyen Dönemi’ndeki böcek, deniz eklembacaklıları, midye, salyangoz, tribolit, ahtapot, mürekkep balığı, sünger, solucan, denizanası, denizyıldızı, yüzücü kabuklular, su fıskiyeleri, omurgalılar gibi nice eşsiz canlılardan Ordovisyen Dönemi’ndeki 300 yeni familyanın oluşmasına; Devoniyen Dönemi’ndeki aktif yüzücü canlıların zuhurundan damarlı bitkilerin karadaki ani oluşumu ve çeşitlenmesine; Karbonifer Dönemi böcek patlamasından Trias Devri’ndeki dinozor, kaplumbağa, kertenkele gibi dört üyelilerin meydana çıkışına; Kretase Dönemi çiçekli bitkilerin patlamasından memelilerin, kuşların ve insan ırkının husulüne kadar birçok türün geçmiş dönemlerdeki canlılarla hiçbir bağlantısı olmadığını, benzersizliğini ve ani zuhurunu misallerle izah etmiştik. Bilimin sunduğu bu hakikatler karşısında evrimcilerin tutumunun ne olduğu sorulacak olursa materyalizm ve Darwinizm’in gözlerini kör ettiği fanatik birtakım evrim bilimciler dışında ara form fosillerinin yetersizliği ve içine girilen çıkmazlar bizzat evrimciler tarafından da kabul edilmektedir. Pittsburgh Üniversitesi biyologlarından Jeffrey Schwartz; birçok ana canlı grubunun kökeni konusunda hâlen karanlıkta olduğumuzu, Darwin’in sayısız küçük değişimlerin birikmesi neticesinde meydana gelen aşama aşama evrim anlayışının aksine canlı gruplarının, Athena’nın Zeus’un kafasından çıktığı gibi tam gelişmiş ve hareket etmek için sabırsızlanmışçasına fosil kayıtlarında belirdiğini ifade eder.7 Schwartz burada, türlerin arasındaki bağlantısızlık ve fosil kayıtlarındaki ani ortaya çıkışları, Yunan mitolojisindeki Zeus’un başından Athena’nın -miğferi ve zırhı ile- tam takım fırlayarak doğmasına benzetir: Ne tam takım birinin aniden zuhur etmesi mümkün ne de bünyesinden çıktığı zatın kafası ile (sebep-netice açısından) maddi bir bağlantısı…
Harvard Üniversitesindeki ünlü evrimci paleontolog Stephen Jay Gould içine girilen çıkmazı şu şekilde açıklar: “Birçok fosil türünün tarihi, özellikle iki yönüyle aşama aşama -ara formlarla- evrimleşme teorisiyle çelişmektedir:
Birinci Faktör: Stasis, fosillerdeki durağanlık yani türlerin çoğunun dünya üzerindeki yaşamlarında “hiçbir değişim geçirmemiş olmaları.” Canlıların fosil kayıtlarında bu husus görünür ve morfolojik (yapısal) değişim genellikle kısıtlı ve istikametsizdir.
İkinci Faktör: Türlerin bir anda oluşumu. Herhangi bir yerde bir canlı türünün atalarından kademeli dönüşüm yapmadığı, aynı zaman döneminde, bir anda ve tüm vücut yapısıyla (fully formed) yaşam alanına çıktığı görülür.
Aynı şekilde evrimci Niles Eldredge, fosillerde yaptığı araştırmalarda türlerin sakin bir biçimde milyonlarca yıl değişimlere karşı durağan kaldıklarını gözlemlemiş8; evrimci biyolog Ernst Mayr ise 2001 yılında Darwin’in iddia ettiği gibi fosil kayıtlarında geçiş formlarının bulunmadığını, fosil bilimcilerin bu durumu artık kabul etmelerini ve evrim teorisini korumak adına yeni fikirler öne sürmeleri gerektiğini ifade etmiştir.9 1980 yılında Chicago Sahra Müzesinde makro evrim üzerine yapılan sempozyumda, makro evrimin (türler arası geçiş), popülasyonlardaki mikro değişimlerle (tür içi değişimler) gerçekleşemeyeceğine yönelik fikir birliği de oluşmuştur.10
5. Sıçramalı Evrim Teorisi
Evrim teorisinin ara geçiş formlarının olmayışı ile ilgili gün yüzüne çıkan büyük problemine çözüm olarak evrimci bilim adamları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, “sıçramalı evrim teorisi”ni (punctuated equilibrium) ortaya atmışlardır. Özetle bu teori, canlı türlerinin genlerinde çok uzun yıllar biriken mutasyonların birden farklı türleri oluşturduğunu iddia ediyordu. Yani bir canlı türü çok uzun süreler aynı kalıyor, değişime uğramıyor fakat genlerde biriken mutasyonlar sonucu o canlıdan yeni bir canlı türü doğuyor ve canlılık bu şekilde evrimleşiyordu. Buna göre canlılık tarihinde milyonlarca yıllık mutasyonları genomunda biriktiren bir balık yumurtasından kurbağa, kurbağa yumurtasından kertenkele, kertenkele yumurtasından da kuş çıkmıştır. Sirk sahnesinde şapkasından tavşan çıkaran hokkabazı gülerek seyredebilirsiniz ama böyle bir sihirbazlığı (!) “bilim” adına ortaya atarak kertenkele yumurtasından kuş çıkacağını ümit eden ve inananlara karşı ne söylenmeli bilemiyoruz. Fakat bunun, evrim teorisinin gün yüzüne çıkmış büyük problemlerinden kaçış veya by-passtan başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
Sıçramalı evrim teorisi, Darwin’in aşama aşama evrim teorisi gibi, bilimsel açıdan birçok imkânsızlık barındırmaktadır. Bunların birkaçını söyleyelim:
Birincisi: Sıçramalı evrim teorisi, bilim felsefesinin genel kabul görmüş “sürekli gözlemlenebilirlik”, “deneysellik” ve “yanlışlanabilirlik” ölçütlerini taşımamaktadır. Dolayısıyla bilimsel bir teori değildir.
İkincisi: Sıçramalı evrim teorisi, organizmada çok kısa bir sürede çok fazla biyolojik değişimi gerektirmektedir. Gould, bir türün evriminin yaklaşık olarak 50.000 senede tamamlanabileceğini belirtmiştir.11 Fakat 50.000 yıllık bir periyotta azami miktarda genetik değişimi baz alsak dahi teorinin öngördüğü değişimlerin bu süreçte meydana gelmesi mümkün değildir. 50.000 yıldaki maksimum mutasyon oranını hesaplayacak olursak: (10-9 mutasyon/loci/yıl) x (50.000) = 0,00005 mutasyon/loci sonucunu elde ederiz. Bu rakam, bir türün 50.000 yılda, DNA’sında meydana gelecek olan -maksimum- %0.005’lik toplam değişimi ifade eder. Bu oran bir türden başka bir türe sıçramak için çok yetersizdir.12
Üçüncüsü: Bu hipotez de aşamalı evrim teorisi gibi tamamıyla varsayımlara dayanır. Sıçramalı evrim hipotezi ile evrimciler, canlının gelişmesini, araları kesikli ve uzun statik periyotlar yardımıyla meydana gelen safhalar hâlindeki bir süreç olarak görüyorlardı. Bu modele göre yeni türler, bir grubun çevresindeki küçük izole popülasyonların bünyesinde hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yeni türün doğuşuna karşılık gelen patlama safhası sırasında popülasyon hızlı bir morfolojik değişim yaşar, ardından geniş bir coğrafyaya yayılır ve sadece küçük ilave değişikliklere maruz kalır. Bunların büyük çoğunluğu uğradıkları mutasyonlardan dolayı kısır olduklarından üreyemiyordu ve geniş bir yayılış gösteremediklerinden biz de fosillerini bulamıyoruz. Üreme kapasitesine sahip olan az sayıdaki tür ise çok hızlı olarak yeni türe doğru değişiyordu. Peki, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca geçiş türünün hepsi mi çok küçük popülasyonlar şeklinde izole bölgeleri işgal eden kısır türlerdi? Bu, inanılması güç bir varsayımdır. Sıçramalı evrim modeli, özü faraziyelerle dolu bir hipotezdir.
Dördüncüsü: Uzun süreçte genlerde mutasyonların birikmesi neticesinde bir türden başka bir türün bir anda doğması tabiatta işleyen kanunlara tamamıyla aykırıdır. Örneği görülmemiş ve gösterilememiştir. Her hayvan grubunun sahip olduğu diğer gruplarla benzer ve farklı özellikler bütünüyle değerlendirildiğinde hiçbirinde abes ve eksik bir şey bulunmaz. Bir gruptan diğer bir gruba sıçramayla ani geçiş yapabilecek kadar mutant karakterin isabetli olarak bir ferdin genomunda depolanması ve onun biyolojik dengesini bozup öldürmeden yeni bir canlının atası olması gibi bir anlayışı kabul etmek gerçekten muhal ötesi bir muhaldir.
6. Sonuç
Fosillerle ilgili meseleyi özetlediğimizde ortaya çıkan sonuçlar şunlardır:
a. Bugün geldiğimiz noktada fosil kayıtlarının çokluğuna ve fosillerle ilgili bilgimizin fevkalade genişlemesine rağmen evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örneklerin bulunamaması, milyonlarca yıl öncesinde yaşayan türlerin bugün de aynı yapısını koruyor olması tedricî evrim hipotezini yanlışlar.
b. Fosillerin değerlendirilmesi, materyalist ön yargılarla ve evrim teorisinin doğru olduğu ön kabulü ile yapıldığından ve bu kıymetlendirmeler morfolojik (yapısal) faktörlere dayandığından fosil yorumları taraflı, sığ ve yanıltıcıdır.
c. Ara geçiş formlarına yönelik fosillerin bulunamaması, aksine jeolojik devirlerde aynı döneme ait (Kambriyen Dönemi gibi) birbirinden çok farklı ve kompleks yapılı türlerin fosil kayıtlarında âni zuhuru aşamalı evrim teorisini reddeder.
ç. Ara formlar ve fosil kayıtları ile ilgili ortaya çıkan sorunlara karşı çözüm olarak öne sürülen sıçramalı evrim teorisi, problemlerden kaçış yoludur. Teori bilimsellik kriterlerini taşımadığı gibi hem genetik bilimi açısından hem de aklen birçok imkânsızlıkları barındırır.
d. Sıçramalı evrim teorisinin bizzat “evrimci bilim insanları” tarafından ortaya atılması, evrimcilerin dahi evrim teorisinin fosillerle ilgili çıkmazlarını kabul ettiklerinin en önemli göstergesi; fosillerin iddia edildiği gibi evrim teorisi için ciddi bir delil oluşturmadığının itirafı, bu hipotezin sorgulanması gerektiğinin evrimcilerce ortaya çıkarılmasıdır.
Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde Allah’ın, canlıları birbirlerinden evrimleştirerek değil, kendi türleri içerisinde birbirlerinden bağımsız olarak yarattığı ve tarihsel süreçte türlerin kendi içinde sadece sınırlı bir değişime maruz kaldığı en mantıklı açıklama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fatih Buğra SARPER
Dipnotlar
(Intelligent Design and Evolution Awareness (IDEA) Center’da yayımlanmış makalelerden faydalanılmıştır.)
[1] Charles Darwin, The Origin of Species (1859), Modern Library Paperback Edition, 1993. Random House, Inc. 1998, USA.
[2] Darwin, The Origin of Species, 1859.
[3] Benton, M. J., Wills M. A. ve Hitchin, R., “Quality of the fosil record through time” Nature Sayı 403:534-536 (Şubat 3, 2000).
[4] David Raup, Conflicts between Darwin and Paleontology, Field Museum of Natural History Bulletin, Sayı.50, No: 1.1979, s. 22-29.
[5] Prof.Dr. Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, 3.Baskı, s.136-137.
[6] Sarsılmaz, age. s.156-157.
[7] Jeffrey H. Schwartz, Sudden Origins: Fossils, Genes, and the Emergence of Species (New York: John Wiley&Sons, 1999) s.3.
[8] Eldredge, Reinventing Darwin, 1995:3.
[9] Casey Luskin, Punctuated Equilibrium and Patterns from the Fossil Record, Eylül 18, 2004.
[10] S.F. Gilbert vd., “Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology” Developmental Biology 173 (1996): s. 362.
[11] R. Lewin, “Evolutionary Theory Under Fire”,Science Sayı 210: 883-887 (Kasım, 1980).
[12] Casey Luskin, Punctuated Equilibrium and Patterns from the Fossil Record, Eylül 18, 2004.
Yorum yok